13 Haziran 2013 Perşembe
İstanbul İli Tarihi Eserleri 7
Sadece bununla da kalmaz, Galata
zaman zaman İstanbul’un düşmanlarının tarafında olmuştur. Evet, Galata
ihanet de eder. İlk olarak 1204 yılında Latinlerin İstanbul’u işgali
sırasında ihanet etmiştir. Bu işgalde Galata Latinlere yardım ve
yataklık yapmış, netice de İstanbul barbarca yağmalanıp talan olmuştur.
Bu olay Bizans’ın çöküşünü hazırlamıştır. Osmanlı’ya da sadık kalmaz
Galata. Osmanlı’nın çöküşünde önemli rolü bulunan kapitülasyonların
yürütülmesinde Galata önemli bir merkezdir. 19. yy’dan itibaren Galatalı
bankerler aracılığıyla Osmanlı büyük bir borç yükü altına sürüklenecek
ve ekonomik olarak yağmalanacaktır. Yine Galatalı Rum bankerler
Osmanlı’ya isyan eden Yunanistan’ı parasal olarak destekleyeceklerdir.
Galata kuruluşundan itibaren hep çok canlı bir ticaret merkezidir.
Müslüman ahalinin de rağbet ettiği meyhaneleriyle de gece hayatına
merkezlik etmiştir. Ama Galata en parlak günlerini 19.yüzyılın ikinci
yarısından itibaren yaşayacaktır. Kapitülasyonlara ilaveten 1839
Tanzimat Fermanı ile yeni ayrıcalıklar kazanan yabancılar ve azınlıklar
gittikçe güçlenecek, dolayısıyla Galata’da hızla zenginleşecek ve
büyüyecektir. 1860’lara gelindiğinde artık Ceneviz surları Galata’ya dar
gelecektir. Bu nedenle bu tarihte surlar yıkılacak ve 15.yüzyıldan beri
iskan olan bugün Galatasaray Lisesi’nin bulunduğu yere kadar uzayan
günümüzün İstklal Caddesi veya o dönemde Levantenlerin Grand Rue De
Perası görülmemiş bir ihtişama kavuşacaktır. Burada önceleri yabancı
ülkelerin elçilik binaları ve kiliseleri vardır. Arkasında büyük
malikaneler, lüks apartmanlar, alışveriş merkezleri, eğlence yerleri ve
sanat merkezleri ile bu cadde dolmuş, kısa zamanda caddenin etrafında da
yerleşim başlamıştır. Levantenlerin Pera olarak isimlendirdikleri
Galata’nın bu genişlemiş halini halk Beyoğlu olarak anacaktır. Bu yeni
semtin kısa sürede altyapı sorunları çözülecektir. Caddeler taş
döşemelerle kaplanacak kanalizasyon yapılacak, elektrik, su ve havagazı
şebekeleri döşenecek, ulaşım için atlı tramvaylar konulacaktır. Fakat en
önemlisi dünyanın en eski üçüncü metrosu da bu dönemde Galata’da
açılacaktır. Galata bir yandan bankerleri ve borsası ile bir finans
merkezidir. Diğer yandan Galata Limanı Avrupa’nın en işlek limanlarından
biridir ve uluslararası ticaret çok canlıdır. Grand Rue De Pera veya
Cadde-i Kebir Kapalıçarşı’nın yanı sıra ikinci bir alışveriş merkezi
haline gelmiş, sadece Levantenler değil batılılaşma heveslisi kesimlerde
burada satılan Avrupa’dan ithal mallara aşırı rağbet göstermiştir.
Beyoğlu cafeleri, tiyatroları, barları, operaları, kantocuları, Avrupa
mutfaklı lokantaları ve pastaneleri ile bir eğlence merkezidir. Galata,
Tanzimat döneminden itibaren Pera tarzı yaşamayı devlet politikası
haline getirmiş bulunan Osmanlı’nın batıcı siyasi elitleri için de büyük
bir mekteptir. Çünkü Osmanlı insanı Beyoğlu’nun Avrupalı mekanlarından
ve Levantenlerinden batılı gibi yemeyi, içmeyi, giymeyi, eğlenmeyi,
konuşmayı ve kısaca batılı olmayı öğreniyordu. Galata Avrupa’nın hiçbir
kentinde rastlanmayacak kadar kozmopolitti. Başta Fransızca olmak üzere
bütün Avrupa dilleri konuşuluyordu. İtalyanların, Almanların,
Fransızların, İngilizlerin, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin,
Macarların ve Rusların kendi cemaatleri vardı. Sadece mezheplere göre
değil, etnik yapıya göre de her grup kendi ibadethanesine sahipti. Bu
nedenle çok sayıda birbirinden farklı gruplara ait kiliseler ve
sinagoglar yanyana bulunmaktaydı. Şüphesiz Galata’da Müslüman unsurlar
da yok değildi. Galata Mevlevihanesi, Arap Cami ve etrafında iskan
edilen Endülüs Arapları, Asmalı Mescit, Ağa Cami ve Sahabe Kabirleri ilk
anda akla gelenler. Ama bunlar Galata’nın “Gavur” kalmasına engel
olmaya kafi gelemediler. Galata aynı zamanda çok sayıda yabancı eğitim
kurumunun faaliyet gösterdiği bir yerdir. Fransa, İngiltere, İtalya,
Almanya ve Avusturya Galata’da liseler açmıştır. Buralara Levantenlerin
ve azınlıkların çocuklarının yanı sıra zengin veya soylu Müslüman
ailelerde çocuklarının göndermiştir. Osmanlı’nın ve Türkiye’nin Batıcı
aydınlarının bir çoğu bu okullarda yetişecektir. Dedik ya hep farklıdır
Galata. İstanbul’un diğer kısımlarıyla aynı kaderi bile paylaşmaz.
Balkan Savaşı’nın başlamasından itibaren İstanbul hem sefaletin hem de
siyasi çalkantıların içine yuvarlanırken, Galata tarihinin en parlak
dönemlerini yaşayacaktır. Bir yandan Birinci Dünya Savaşı’nın savaş
zenginliği buraya akarken, diğer taraftan Rusya’dan Ekim Devrimi’nden
kaçan Beyaz Rusların gelmesiyle Beyoğlu daha da canlanır. Eğlence hayatı
gittikçe daha çok hareketlenir. İstanbul işgal altındayken, burası
işgal kuvvetlerini ağırlayan ve eğlendiren bir mekan olur. Ama savaş
sonrasında yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Levantenlerin ışıltılı
Perası da yavaş yavaş çöker. ÜSKÜDAR Anadolu yakasında Boğaz’ın
girişindedir. Tarihi Üsküdar, Salacak ve Paşalimanı arasında yer
alırken; İstanbul’un diğer bütün semtleri gibi günden güne büyümüştür.
Günümüzde doğuda Ümraniye, güneyde Kadıköy ve kuzeyde Beykoz ilçeleriyle
komşudur. Üsküdar, Osmanlı döneminde Galata ve Eyüp dışında İstanbul’a
bağlı üçüncü kadılıktır. Sadece coğrafi değil, kültürel farklılığı da
ifade eden bu bölümleme içerisinde Üsküdar, Anadoluluğu ve Anadolu
Türk-İslam geleneğini temsil eder. Üsküdar her şeyden önce coğrafi
olarak Anadolu’dur. Anadolu topraklarının Boğaz’ın suları tarafından
çizilen sınırı üzerinde yer alır. Demografik olarak da Anadolu’dur. 1352
‘de Orhan Gazi tarafından fethedildikten sonra Anadolu’dan gelen,
Müslüman halk Üsküdar’a yerleşmeye başlamıştır. Fatih Sultan Mehmed
döneminde ise Anadolu’dan göç hızlandırılmıştır. 17. yüzyılda yaşamış
ünlü seyyah Evliya Çelebi, Üsküdar’da 70 Müslüman mahallesi olduğunu ve
bunların az bir kısmı hariç önemli bir bölümünün Anadolu’dan göç
ettiğini, ayrıca 11 Rum ve Ermeni, 1’de Yahudi mahallesi olduğunu ve
bölgede hiç Frenk yaşamadığını nakleder. Bu demografik yapı Üsküdar’ı
kozmopolitlikten uzaklaştırmış ve hem etnik, hem de kültürel olarak
oldukça homojenleştirmiştir. Bunların dışında Üsküdar İstanbul’un
Anadolu ile en küçük bağlantısı olan kısmıdır. 19. yüzyılın sonunda
demiryolu yapılıncaya kadar, Anadolu ile yapılan ticaretin merkezi
Üsküdar’dır. Üsküdar aynı zamanda İran ve Ermenistan ile yapılan
ticaretin de başlangıç noktasıdır. Ticaret kervanlarıyla Ermeni ve
İranlı tüccarlar Üsküdar’da buluşurlardı. Dolayısıyla özellikle 16. ve
17. yüzyıllarda, Üsküdar tam bir ticaret kentidir. Fakat buna rağmen
Üsküdar, her zaman mütevazi ve sakindir. Gösteriş ve debdebeden hep uzak
kalmıştır. Evleri, sokakları sade, fakat zarif ve bakımlıdır.
İstanbul’daki en eski ve en büyük Müslüman mezarlığı olan Karacaahmet
Mezarlığı Üsküdarlıya hem her şeyin faniliğini anlatır, hem de hayatın
güzelliğini. O yüzden Karacaahmet hüzün dolu bir mekan olmaktan çok bir
park alanı gibidir. Zarif servi ağaçlarıyla kaplı ve insanda huzur hissi
uyandıran büyük bir park. Üsküdar sadece hayata veda edenlerin
uğurlandığı bir ayrılık mekanı değildir. Her yıl Hac’ca giden hacı
adayları ve padişahın Mekke ve Medine Şeriflerine gönderdiği hediyeleri
götüren Surre Alayı da Üsküdar’dan uğurlanırdı. O yüzden alışkındır
ayrılıklara… Cenazeleri de hacı adaylarını da törenle uğurlar.
İstanbul’un Osmanlılar tarafından ilk fethedilen kısmıdır Üsküdar. Hem
büyük fethin ilk aşamasıdır bu, hem de habercisi… Bir asır ve bir yıl
boyunca ayrı kalır Üsküdar, karşı kıyıdaki parçasından. Ama nihayet
1453’te sevinçle izler fethi, yeniden kavuşmayı… Artık Marmara’nın serin
suları ayrılığın sebebi değil, ulaşmanın vasıtasıdır. Bu sulardan
Üsküdar’a gittiğinizde sizi ilk olarak Kız Kulesi karşılar. Üsküdar’ın
sembollerinden ve güzelliklerinden biridir bu zarif kule. Kıyıya
vardığınızda ise bir başka zarif yapı size “hoş geldiniz” der. Mimar
Sinan’ın usta ellerinden Mihrimah Sultan Cami’dir bu. Üzerinde
durduğunuz meydana güzellik veren bir diğer unsur olan Sultan III. Ahmet
Çeşmesi de hemen dikkatinizi çekecektir. Üsküdar’ın güzellikleri daha
kıyıya varmadan yakalar insanı, kıyıya vardıktan sonra ise çepeçevre
kuşatır. İstanbul’un diğer her yeri gibi Üsküdar da günümüzde çok
değişti. Özellikle 18. yy.’dan sonra kıyıda yapılan sahil saraylardan
günümüze bir şey kalmadı. Yeşillikler içindeki tepeleri betonlaştı. İki
katlı, cumbalı evlerin olduğu sokaklardan ise çok azı halen
yaşayabiliyor. Ama her şeye rağmen Üsküdar, o sakin Anadolulu havasını
muhafaza edebildi. EYÜP İstanbul’un fethi ile birlikte kurulan ilk
Osmanlı -Türk yerleşim alanıdır. Haliç’in güney kıyısında, surların
dışında yer alır. İsmini kabri bu semtte bulunan ve bir sahabe olan Hz.
Eba Eyyub El- Ensari’den alır. Eyüp semtinin gelişimi; fetihten hemen
sonra İslam Ordularının 7.yy.’da İstanbul’u kuşatması sırasında şehid
düşen Eyyup El-Ensari Hazretleri’nin mezarının Akşemseddin
Hazretleri’nin gördüğü bir rüya ile bulunup, üzerine bir türbe ve yanına
bir caminin yapılması ile başlar. Kanuni döneminde ise Eyüp büyük
gelişme gösterir. Bu yıllarda semt camiler, mescidler, medreseler,
sıbyan mektepleri, çeşme, sebil, hamam, imaret ve türbelerle
donatılırken, sahilleri ise yalılar ve köşkler süslemiştir. Eyüp
El-Ensari’nin türbesi ya da yaygın tabiriyle Eyüp Sultan Türbesi, Eyüp
semtinin toplumsal hayatında merkezi bir yer tutar. Bu türbelerle ilgili
geleneklerin birçoğu bugünde sürmektedir. Osmanlı zamanında en dikkat
çekici gelenek padişahların cülus (tahta geçme) merasimlerinden sonra
Eyüp Sultan’da kılıç kuşanmalarıdır. Bu merasim, okunan dualar ve
kılınan namazlarla dini-manevi bir özellik taşımakta ve yeni padişaha
makamının anlamını hatırlatmaktaydı. Ancak bu gelenek belki fetihten de
eskidir. Zira Bizans döneminde burada bulunan Leon Makelos manastırının
başpapazı, harbe giden imparator, kumandan ve asilzadelere kılıç
kuşatmak ve onları takdis etmek gibi bir hakka ve makama sahipti. Eyüp
Sultan Türbesi’nin Eyüp’ün yerleşim dokusuna kazandırdığı bir başka
özellik, bu türbede yatan kişiyi Evliyaullah (Allah Dostu) ve Sahabe
bilen Osmanlı’nın ona yakın olmak için Eyüp’te defnedilmek istemesidir.
Gerek Osmanlı döneminde, gerekse de Cumhuriyet yıllarında halktan
kişilerin yanı sıra, birçok şöhretli isim de son istirahatgah olarak
Eyüp’ü seçmişlerdir. Bunun sonucunda semte mistik havasını veren büyük
mezarlıklar kurulmuştur. Hem bu mezarlara ait mezar taşlarının sanatsal
değerleri, hem de çağlara tanıklık eden üzerlerindeki kitabeleri
nedeniyle, Eyüp’teki mezarlıklar bir açık hava müzesi gibidir ve
yüzlerce yıllık bir tarih kesitini hüznün diliyle anlatır bizlere. Bu
mezarlıklardaki servi ağaçları ise adeta ölümle yaşamın içiçeliğini
vurgular. Eski Eyüp bunların yanı sıra bayramlar ve kandillerde dolup
taşan Eyüp Sultan Türbesi, yeni evlenenlerin ve sünnetlik çocukların
buraya ziyarete getirilmesi, Haliç’in bol çeşitli ve lezzetli
balıklarını satan balıkçıları, serin ve tatlı suları, Haliç’e bakan
tepeler üzerindeki güzel manzaralı mesire yerleri, çiçekçiliği,
İstanbul’un süt ve kaymak ihtiyacını karşılayan mandıraları, kıyı
kahvehaneleri ve oyuncakçı dükkanları ile de ünlüydü. Düdüklü testiler,
fırıldaklar, tahtadan arabalar ve eşyalar, oyuncak tef, davul, düdük ve
özellikle “kaynana zırıltısı” ile Eyüp oyuncakçıları, çocukları çok
sevdiğine inanılan Eyüp Sultan Hazretleri’nin manevi rehberliğinde
faaliyet gösterirlerdi. 19.yy. sonunda bu bölgenin sanayileşmeye
açılması ve 1960’lardan sonraki hızlı gecekondulaşma ile bu geleneksel
dokunun tamamına yakını ortadan kalkmıştır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Sayfamızı Beğenmenizle
Mutluluk Duyarız
Mutluluk Duyarız
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder