13 Haziran 2013 Perşembe
İstanbul İli Tarihi Eserleri 6
Devletin birçok vergilerine el
konulmasına rağmen yine de İstanbul’un imarı için bu dönemde önemli
adımlar atıldı. Bunlar arasında yangın alanlarının ıslahı ve yerleşime
açılması, Terkos su şebekesi, Hamidiye suları, havagazı şebekesinin
genişletilmesi sayılabilir. Bu dönemde İstanbul büyük bir deprem
felaketi de yaşadı. Halk arasında “Üçyüzon Depremi” denen 1894
depreminde Suriçi çok zarar gördü. Ama büyük süratle yapım onarım
çalışmalarına girişildi. Bu dönem İstanbul’unda yaşanan diğer önemli
olaylar arasında 1895, 1896’daki huzursuzlukları ve 1905 ile 1906’da
teşebbüs edilen iki suikasti de zikredebiliriz. Birincisi başarısız
olarak padişaha yapıldı; diğerinde Şehremini Rıdvan Paşa hayatını
kaybetti. Diğer önemli hadiseler olarak da bir dizi resmi ziyaret
sayılabilir. Bunlar arasında İran Şahı Nasıreddin ve oğlu, eski ABD
Başkanı General Grant ve Alman İmparatoru II. Wilhelm’in ziyaretleri
zikre değer. II. Wilhelm gezisinin anısına İstanbul’daki ünlü Alman
Çeşmesi’nini yaptırtmıştır. Sultan II. Abdülhamid eğitim konusuyla da
ilgilenmiş; birçok okul açtırmıştır. Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Hukuk,
Sanayi-i Nefise mektebi (Güzel Sanatlar Okulu), Hendese-i Mülkiye,
Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, Darülmuallimin-i Aliyye, Mekteb-i Fünun-u
Maliye, Eczacı Mektebi, Ticaret Mektebi, Halkalı Ziraat Mekteb-i Alisi,
Hamidiye Baytar Mektebi, Orman ve Maden Mektebi, Ticaret-i Bahriye
Mektebi, Dilsiz ve Ama Mektebi, Kız ve Erkek Sanayi Mektepleri,
Darülfünun (Üniversite), rüşdiyeler (lise) ve idadiler (ortaokullar)
açmıştır. Bundan esinlenerek açılan Darülfeyz, Burhan-i Terakki,
Numune-i İrfan gibi özel okulların sayısı 1900’de 30’u bulmuştur.
Bunların yanı sıra Müze-i Humayun (bugünkü Arkeoloji Müzesi), Beyazıt
Umumi Kütüphanesi, Yıldız Arşiv ve Kütüphanesi, Hazine-i Evrak
(başbakanlık arşivi) gibi değerli kültür müesseseleri de o yıllarda
kurulmuştur. Haydarpaşa Tıbbiye Mektebi, Şişli Etfal Hastenesi ve
Darülaceze o dönem açılıp bugüne kalmış kurumlardandır. Yine, kendi
fotoğrafının çekilmesinden hoşlanmayan Sultan II. Abdülhamid, bu dönemde
İstanbul’un ve imparatorluğun fotoğraf albümlerini hazırlatmıştır
Sultan II. Abdülhamid 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’i ilan etti ve 31
Mart Vakası’ının ardından tahttan indirilerek sürgüne gönderildi.
Yerine Sultan V. Mehmet Reşad tahta geçti (27 Nisan 1909). İstanbul’un
bundan sonraki dönemi Cumhuriyet’e dek savaşlar ve karışıklıklar içinde
geçti. Sultan V. Mehmet’in tahta çıkışına vesile olan 31 Mart
Vakası’ndan sonra İstanbullular artık meydanlardaki darağaçlarında
sallanan insan görüntüleriyle sık sık karşılaşır oldular. 19 Ocak
1910’da Çırağan Sarayı yandı. Bu bir seri kötü olayın ilki oldu. 9
Haziran 1910’da Gazeteci Ahmed Samim Bey suikastla öldürüldü. 6 Şubat
1911’de Babıali’de yangın çıktı. 18 Ekim 1912’de Balkan Savaş’ı başladı.
İstanbul 93 Harbi’ndeki facia görüntüleriyle bir kere daha karşılaştı.
23 Ocak 1913’te Babıali Baskını oldu. Kıbrıslı Kâmil Paşa hükümeti silah
tehdidi altında istifa etti. 11 Haziran 1913’te Sadrazam Mahmut Şevket
Paşa suikasta kurban gitti. Her tarafı saran rüşvet, ahlaksızlık ve
hırsızlık dalgası devlet yapısını sarsmaya başladı. Rüşvet ve hırsızlık
meblağları onbinlerce altını buluyordu. Bu olan bitene Sultan V. Mehmet
Reşat çok fazla müdahale edememiştir. Onun döneminin gerçek hakimi ise,
yönetimdeki İttihat ve Terakki partisi olmuştur. 14 Kasım 1914’te I.
Dünya Savaşı başladı. Savaşın getirdiği kıtlık ve sefaletle savaşmak
için resmi makamlarca tedbir alınmaya çalışıldıysa da istifçilik ve
karaborsaya engel olunamadı. Kısa sürede paralarını Beyoğlu’nun
balozlarında, müzikhollerinde ve restoranlarında su gibi harcayan bir
savaş zenginleri sınıfı oluşmuştu. Açlık ve sefalet, yıkık dökük
mahalleler ve zengin ışıltılı konaklar, dilenen sakat kalmış savaş
gazileri ile kantocuların, şarkıcıların, yabancı artistlerin ayağına
dökülen paralar, bu dönem İstanbul’unun tipik ve acı görüntüleri
olmuştur. İşgal ve Mütareke Yılları I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti
birçok cephede zafer kazanmasına rağmen müttefikleri nedeniyle mağlup
oldu. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri’ne
ait 55 parçalık donanma 13 Kasım 1918’de Haydarpaşa açıklarına demirledi
ve böylece İstanbul’un işgali başladı. Ama Londra Konferansı’nda
kararlaştırılıncaya kadar, kıyıya asker çıkarılacak şehir topyekün işgal
edilmedi. Padişah tarafından 1918 yılında feshedilen Meclis-i Mebusan,
12 Ocak 1920’de yeniden toplandı ve 28 Ocak’ta Misak-ı Milli’yi kabul
etti. 4 Mart 1920’de Londra Konferansı’nda İstanbul’un işgali
kararlaştırıldı. 14 Mart’ta telgrafhane işgal edildi. 15 Mart gecesi ise
topyekün işgal hareketi başladı. Karaya çok sayıda asker çıkarılarak
şehrin önemli noktaları kontrol altına alınmaya başlandı. Sabah erken
saatlerde bir İngiliz birliği Şehzadebaşı’ndaki karargahı basarak
askerlerin üzerine yaylım ateşi açtı. Öğlene doğru şehir tamamen işgal
edilmişti. Öğleden sonra ise İngilizler Meclis-i Mebusan’ı bastılar. Ama
Meclis-i Mebusan Padişah tarafından feshedilinceye kadar varlığını
muhafaza edebildi. 11 Nisan’da kapatıldı ve 150 kadar siyası şahsiyet
Malta’ya sürgün edildi. İşgal ve mütareke yıllarında İstanbul pek aşina
olmadığı büyük gösterilere şahit oldu. 19 Mayıs 1919’da ilk kez kadın
hatiplerin de konuşma yaptığı Fatih Mitingi yapıldı. Mitinge 50 binden
fazla insan katıldı. Meclis-i Mebusan’ın açılışını izleyen günlerde ise
Sultanahmet Meydanı’nda 150 bin kişinin katıldığı başka bir miting daha
yapıldı. 10 Nisan-29 Temmuz 1922 tarihleri arasında da Darülfünun
öğrenci ve öğretim üyeleri dersleri boykot ettiler. Bu dönemdeki bir
başka önemli gelişme de İstanbul’da bazı gizli örgütlerin kurularak
bağımsızlık için faaliyette bulunmalarıdır. Karakol Cemiyeti, Mim Grubu
ve Müdafa-i Milliye teşkilatı o dönem İstanbul’undaki en önemli gizli
örgütlerdi. Bunlar gösteriler düzenlemek, Anadolu’da başlayan
bağımsızlık hareketine silah, asker ve cephane sevk etmek ve istihbarat
yapmak gibi faaliyetlerde bulundular. Bu yıllarda İstanbul çok hareketli
bir nüfus yapısına sahiptir. Bir taraftan insanlar İstanbul’u terk
ederek işgal altında bulunmayan Anadolu şehirlerine göç ederken, diğer
taraftan da çok sayıda insan İstanbul’a sığınıyordu. İstanbul’a göç
edenler arasında, İstanbul ve halkını en çok etkileyenler, Bolşevik
İhtilali’nden kaçan Rus göçmenleri oldu. Bunların toplam sayısı 200 bin
civarındaydı. Rus kadınlarının kılık kıyafetleri İstanbul kadınlarınca
benimsendi ve moda haline geldi. İlk kez bu dönemde İstanbullular
Ruslardan etkilenerek denize girmeye başladılar. İstanbul’un gece hayatı
da işgale rağmen canlandı. Kafekonserler, tiyatro kumpanyanları ve
sinemalar bu dönemde yoğun ilgi çekiyordu. Barlar ve pastaneler bu
dönemde meyhane ve muhallebiciye alternatif olarak kent hayatına girdi.
Tüm bunlar ahlaki bir çözülmeyi de beraberinde getirdi. Bu eğlence
yerlerinde çalışan Rus kadınları arasında fuhuş çok yaygınlaştı. Bu
dönem için bir diğer önemli gelişme de işçi hareketlerinde ve sosyalist
faaliyetlerdeki canlanmadır. Bu dönemde birçok sosyalist ve işçi
kuruluşu ortaya çıktı. Grevler ve diğer işçi eylemlerinde de büyük
artışlar oldu. İlk kez bu dönemde 1 Mayıs İstanbul’da düzenli olarak
kutlanmaya başlandı. 9 Ekim 1920’de Türk askerleri İzmir’e girdi. Bu
olay İstanbul’un kurtuluş sürecini başlattı. 11 Ekim’de imzalanan
Mudanya Mütarekesi ile İşgalcilerin aşamalı olarak Trakya’yı boşaltması
kabul edildi. Ankara’daki TBMM 1 Kasım 1922’de saltanatın ilgasına karar
verdi. Böylece İstanbul Ekim 1923’e kadar hukuki başkent olma
özelliğini sürdürmesine rağmen, fiili olarak başkent olmaktan çıktı. 16
Kasım’da son Osmanlı Padişahı Sultan Vahideddin İstanbul’dan ayrıldı. 4
Kasım 1923’te ise işgal kuvvetleri İstanbul’u tamamen terk etti. Böylece
Latin işgalinden sonraki Avrupalıların İstanbul’u ikinci işgali de sona
erdi. Osmanlı Padişahları Osman Gazi 1299-1326 Sultan Orhan Gazi
1326-1359 Sultan Murad Hüdavendigar 1359-1389 Sultan Yıldırım Bayezid
1389-1403 Sultan Çelebi Mehmed 1413-1421 Sultan Murad II 1421-1451 Fatih
Sultan Mehmed 1451-1481 Sultan Bayezid II 1481-1512 Yavuz Sultan Selim
1512-1520 Kanuni Sultan Süleyman 1520-1566 Sultan Selim II 1566-1574
Sultan Murad III 1574-1595 Sultan Mehmed III 1595-1603 Sultan Ahmed I
1603-1617 Sultan Mustafa I 1617-1623 Sultan Osman II 1617-1622 Sultan
Murad IV 1623-1640 Sultan İbrahim I 1640-1648 Sultan Mehmed IV 1648-1687
Sultan Süleyman II 1687-1691 Sultan Ahmed II 1691-1695 Sultan Mustafa
II 1695-1703 Sultan Ahmed 1703-1730 Sultan Mahmud I 1730-1754 Sultan
Osman III 1754-1757 Sultan Mustafa III 1757-1774 Sultan Abdülhamid
1774-1789 Sultan Selim III 1789-1807 Sultan Mustafa IV 1807-1808 Sultan
Mahmud II 1808-1839 Sultan Abdülmecid 1839-1861 Sultan Abdülaziz
1861-1876 Sultan Murad V 1876-1876 Sultan Abdülhamid II 1876-1909 Sultan
Mehmed Reşad 1909-1918 Sultan Mehmed Vahideddin 1918-1922 DERSAADET VE
ÜÇ İSTANBUL Dersaadet olarak da isimlendirilen İstanbul, 19.yüzyılın
ortalarına kadar idari yapı ve yargısal açıdan dört ayrı bölüme
ayrılmıştı. Bunlardan ilki İstanbul Kadılığı’nın yetki sahası olan ve
İstanbul Metropolünün kent merkezi kabul edilen Suriçi’dir. Galata,
Üsküdar ve Eyüp’ten oluşan Bilad-ı Selase ise bu metropol alanın
kazalarıdır. “ Üç Belde” anlamına gelen Bilad-ı Selase ayrı kadılar
tarafından yönetilmiştir. Fakat bu ayrım sadece idari ve yargısal bir
bölümlemeyi değil, bunun yanı sıra sosyolojik ve kültürel bir farklılığı
da ifade etmektedir. Dersaadet’in bu dört ayrı bölümü, aynı şehir
içerisindeki birbirinden farklı, fakat bir arada ahenkli bir bütün
oluşturan dört ayrı dünyayı teşkil etmiştir. Bu dörtlü yapı aynı zamanda
İstanbul’un sosyal ve kültürel yapısını zenginleştiren ve canlı kılan
faktörlerin başında gelir. SURİÇİ İstanbul’un en eski bölümüdür. Kuzeyde
Haliç, doğuda Boğaz, güneyde Marmara ile sınırlanır. Tek kara
bağlantısı batıdandır ve çevresi Bizans döneminden kalma surlar ile sur
yıkıntıları tarafından çepeçevre sarıldığından Suriçi diye anılır.
Suriçi, Bizans İmparatoru Konstantin’in inşa ettirdiği ve Fatih Sultan
Mehmet’in fethettiği asıl İstanbul’dur. Fetihten sonra devletin merkezi
buraya getirilmiş; böylece bir imparatorluk merkezi olarak kurulan bu
kent, 20.yy başlarına dek aynı şekilde varlığını sürdürmüştür.
Suriçi’nin belki de bu özelliği nedeniyle, Osmanlı Padişahları
Suriçi’nde oturdukça devletin başarıları devam etmiştir. Topkapı Sarayı
incelendiğinde aslında klasik anlamda bir saray değil, adeta bir “otağ”
olduğu, her an harekete hazır bir ordunun ordugahına benzediği görülür.
Öte yandan, devletin merkez bürokrasisinin oturduğu Babıali de
Suriçi’ndedir. Burası zaman zaman baskınların ve karışıklıkların
yaşandığı, önemli siyasi olayların vuku bulduğu bir mekan olmuştur.
19.yy.dan başlayarak basının da merkezi haline gelen Babıali birçok
Osmanlı aydını da yetiştirmiş, ünlü Meserret Pastanesi’nde nice
heyecanlı tartışmalar yaşanmıştır. 19.yy ortalarında Osmanlı Padişahları
saraylarını Suriçi’nden Boğaz kıyılarına taşımışlarsa da Babıali
Suriçi’nde kalmış ve burası bir siyasi merkez olmanın ağırbaşlılığını
her zaman üzerinde taşımıştır. Osmanlı döneminde Müslüman olması
nedeniyle yalnız İran’ın konsolosluk açmasına izin verilen Suriçi’ne,
Batılı Hristiyanlar pek sokulamamış; Suriçi ahalisi hep imparatorluğun
yerli Müslüman ve Hristiyan unsurlarından oluşmuştur. Balat’ın
Yahudileri de buna dahil edilmelidir şüphesiz. Fethedildiği dönemde
nüfusu 50 bine düşmüş ve eski ihtişamını kaybetmiş bir yer olan Suriçi,
Osmanlı’nın gayretleri ile tekrar canlanmış ve 16.yy’da nüfusu 500 bini
aşmıştır. Bunun yanı sıra; padişahlar, saray halkı ve diğer kişiler
Suriçi’ni birçok mimari şaheserlerle süslemeye gayret etmişler; şehre
İslami özelliğini veren tipik camili siluetini oluşturmak için
birbirleriyle yarışmışlardır. Birçok cami, han, hamam, hayır ve eğitim
kurumları inşa edilmiştir. Bunların en ünlüsü ve en eskisi Fatih
Külliyesi’nde yer alan, eski adıyla Sahn-ı Seman Medresesi’dir. Yine
Süleymaniye Medresesi’nde yer alan Meşihat de Suriçi’nin dini bir merkez
olma özelliğini tamamlar. Gözümüzü Suriçi’ni süsleyen taş ve mermerden
yapılma anıt eserlerden biraz da halkın oturduğu mahallelere çevirelim.
Dar ama huzur dolu küçük sokakların iki tarafında yer alan cumbalı ahşap
evler Suriçi’nin tipik mahalle görüntüleridir. Şair Mehmet Akif’in
tabiriyle “Ayakta durmaya el birliğiyle gayret eden, lisan-i hal ile
amma rukuya niyet eden” bu ahşap evlerden oluşan mahalleler, yüzyıllarca
hep ciddi bir tehlikeyi de yaşayagelmişlerdir. Yangın Suriçi’nin sık
sık karşılaştığı bir felakettir. Çıkan yangınlar hızla ve kolaylıkla
yayıldıklarından, koca mahalleler alevlerle bir anda ortadan silinirdi.
Yangınlar genellikle bir çok yanıcı maddenin de iskelelerine indirildiği
Cibali’den başlar, rüzgarın durumuna göre Unkapanı, Fatih, Aksaray
yönünde, ya da Kapalıçarşı’yı da yakarak Sultanahmet yönünde ilerlerdi.
Yangınlara karşı uzun süre tek önlem vardı: Tulumbacılar… Su
fışkırttıkları tulumbalarını sırtlarında taşıyarak koşar adım yangın
yerine gelen tulumbacılar, Suriçi’nde ilginç bir yangın folkloru
oluşturmuştur. Tulumbacı gençlerin söylediği maniler, tulumbacılara aşık
olan mahalleli genç kızların hikayeleri bu folklorun parçalarıdır.
Suriçi’nin başka bir folklorik öğesi ise de kabadayılarıdır. Özellikle
Osmanlı’nın duraklama döneminde şehirdeki asayiş çeşitli nedenlerle
bozulunca mahallelerde türeyen kabadayılar aslında basit bir serseri
takımı değildi. Görevleri mahallenin namusunu korumaktı. Bu kabadayı
sürülerini zaman zaman meşihattan gelen ulemanın yönettiği ve aralarına
karışıp mahalle kavgalarına karıştıkları da görülmüştür. Suriçi canlı
bir ticari merkezdir de… Ticaretin merkezi Suriçi’nin çeşitli
merkezlerine dağılmış han ve çarşılardı ki, bunların en ünlüsü
Kapalıçarşı’dır. Beyazıt ile Nuruosmaniye arasında uzanan bu binalar
kompleksi Osmanlı’nın parlak zamanlarında onunla beraber yükselmiş;
çöküş zamanı ise üstünlüğü Galata’ya kaptırmıştır. Parlak dönemlerinde
Kapalıçarşı’da ticaret yapan zengin Müslüman tüccara “Bazargan” denirdi.
Bu ünvanı almak zordu. Bunun için bir tacirin deniz aşırı ticaret
yapması, hem borçlarını vaktinde ödeyerek güvenilirliğini ispatlaması,
hem de servetinden bir kısmını hayır işlerine ayırması gerekirdi. Evet…
Anıt eserleri, sarayı, Babıalisi, dar sokaklarla bezeli mahalleleri,
Kapalıçarşısı ve diğer özellikleriyle Suriçi, Osmanlı’ydı. Osmanlı’yla
büyüdü, önem kazandı. Osmanlı çökmeye yüz tutunca, oda önemini kaybetti.
Bugün daha çok tarihi ve turistik bir mekan olarak geçmişe şahitlik
ediyor. GALATA Haliç’in kuzey sahilindedir.19. yüzyıla gelinceye kadar
Galata Cenevizlilerin yaptırmış olduğu surlar içerisinde kaldı. Bu
surlar Haliç’in kenarında bugünkü Azapkapı’da başlıyordu. Galata Kulesi
surların en kuzeydeki gözetleme kulesiydi ve surlar buradan Tophane’ye
kadar iniyordu. Bizans döneminde adı “Sykai” (incirlik) idi. Rumca’da
“Karşıdaki İncirlik” anlamında “Peran en Sykais” de denirdi.
Levantenlerin kullandığı “Pera” adı buradan gelir. “Galata” ise Rumca
“galaktos” (süt) ya da İtalyanca “calata” (merdivenli yol) gibi
kökenlere dayandırılır. Galata bir Osmanlı şehri olan İstanbul’un
Avrupai kısmıdır. Zaten kuruluşundan bu yana da hep Avrupalıdır. Doğulu
ve Ortodoks bir imparatorluk olan Bizans’ın başkenti Kostantinapol’ün
hemen yanı başında Batılı Latin ve Katolik bir koloni olarak kuruldu.
Dönem dönem Venedik ve Cenevizliler arasında el değiştirdi ama hep Latin
ve Katolik kaldı. İstanbul’un fethinden sonra da durum pek değişmedi.
Gerçi Fatih Sultan Mehmet Galata’ya Rum ve Yahudileri yerleştirerek
Latin olmaktan çıkarmıştır. Ama hala İslam başkentinin yanı başındaki
gayrimüslim bir öğedir. Bu nedenle Galata’nın “karşıdaki” (peran) olması
sadece Haliç’in diğer tarafında olmasını ifade etmez. Aynı zamanda
kültürel bir diğer tarafta olmayı da ifade eder.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Sayfamızı Beğenmenizle
Mutluluk Duyarız
Mutluluk Duyarız
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder